SERDAR TUNCER’İN ‘SATIR ARASI HİKAYELER’ – Kitap Okuma Halkası – Murat Çakır – Öğretmen

                             
Sizlere
SERDAR TUNCER’İN ‘SATIR ARASI HİKAYELER’ kitabıyla ilgili bilgiler vereceğim.
Yazar bu kitabında tarihimize mal olmuş kişilerin ibretlik hikayelerini
anlatmaktadır bizlere. Size bu hikayelerden bir tanesinin özetini aktaracağım.
Hikayemizin adı ‘Nalıncı Baba Hazretleri’
  
Murat
Han (III. Murat) o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek
ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
– Hayrola efendim canınızı
sıkan bir şey mi var? 
– Akşam garip bir rüya
gördüm.
– Hayırdır inşallah
– Hayır mı, şer mi
öğreneceğiz. 
– Nasıl yani? 
– Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında
çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve
gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıd’a çıkar, döner
Vefa’ya. Zeyrek’ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarlarında soluklanır.
Etrafına daha bir dikkatli bakınır. İşte tam o sıra, orta yerde yatan bir ceset
gözlerine batar. Sorarlar ‘Kimdir bu?’ Ahali ‘Aman hocam hiç bulaşma’ derler,
‘ayyaşın meyhur’un biri işte!’ 
– Nerden biliyorsunuz? 
– Müsaade ette bilelim yani.
Kırk yıllık komşumuz.
Bir başkası lafa
girer. 
-‘Biliyor musunuz?’ Aslında
iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır, nalının hasını yapar. Ancak
kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem
nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine.
Hele yaşlının biri çok
öfkelidir. 
-İsterseniz komşulara sorun.
Sorun bakalım, onu bir kere olsun cemaatte gören olmuş mu?
Hasılı mahalleli döner
ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam Vezir de
toparlanıyordur ki padişah önünü keser. 
– Nereye? 
– Bilmem. Bu adamdan uzak
durmayı yeğlersiniz sanırım. 
– Millet bu, çeker gider.
Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz. Öyle veya böyle tebamızdır. Defnini
tamamlasak gerek.
– İyi ya, saraydan birkaç
hoca yollar, kurtuluruz vebalden. 
– Olmaz. Rüyadaki hikmeti
çözemedik daha.
– Peki ne yapmamı emir
buyurursunuz?
– Mollalığa devam. Naaşı
kaldırmalıyız en azından. 
– Aman efendim. Nasıl
kaldırırız? 
– Basbayağı kaldırırız
işte. 
– Yapmayın etmeyin sultanım,
bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini… 
– Merak etme ben beceririm.
Ama önce bir gasılhane bulmalıyız. 
– Şurada bir mahalle mescidi
var ama…
– Olmaz. Vefat eden sen
olaydın nereden kalkmak isterdin? 
– Ne bileyim Ayasofya’dan,
Süleymaniye’den. En azından Fatih Camii‘nden. 
– Ayasofya ile
Süleymaniye’de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii’ni iyi
dedin. Haydi yüklenelim.
Ve gelirler camiye. Siyavuş
Paşa sağa sola koşturur kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur
ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki.
Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm
okunur dudaklarında.
Padişahın kanı ısınmıştır bu
adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına
yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı
yaklaşır:
– Sultanım yanlış yapıyoruz
galiba 
– Nasıl yani? 
– Heyecana kapıldık,
cenazeyi sorup araştırmadan getirdik buraya, Kimbilir hanımı vardı belki, belki
de yetimleri? 
– Doğru. Öyle ya. Neyse, sen
başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
bizim efendi bir alemdi
Vezir cüzüne, tesbihine
döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar
soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi
metanetle dinler, sanki bu vefatı bekler gibidir. 
– Hakkını helal et evladım
.Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker ellerini
yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, belki
hatıralara dalar. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından. 
– Biliyor musun oğlum?’ diye
dertli dertli söylenir, Bizim efendi bir âlemdi vesselâm. Akşamlara kadar nalın
yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir
satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.
– Niye? 
– Ümmet-i Muhammed içmesin
diye. 
– Hayret.
bak şu işe!
Sonra malum kadınların
ücretini öder eve getirirdi. 
– Ben sizin zamanınızı satın
aldım mı, aldım. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek, der çeker giderdi, ben
menkibeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Hüccet-ül İslâm okurdum. 
– Bak sen! Millet ne sanıyor
halbuki. 
– Milletin ne sandığı
umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. ‘Öyle bir imamın
arkasında durmalı ki’ derdi, ‘tekbir alırken Kabe’yi görmeli.’ 
– Öyle imam kaç tane kaldı
şimdi. 
– İşte bu yüzden Nişanca’ya,
Sofular’a uzanırdı ya. Hatta bir gün 
– Bakasın Efendi! Sen böyle
böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada’.
dedim, 
– Doğru öyle ya?
– Kimseye zahmetim olmasın!
deyip mezarını kazdı bahçeye. 
Ama ben üsteledim. 
– İş mezarla bitiyor mu?
Seni kim yıkasın, kim kaldırsın? dedim.
– Peki o ne dedi? 
– Önce uzun uzun güldü,
sonra 
– Allah büyüktür hatun, hem
padişahın işi ne? dedi.
…..
İşte Nalıncı Baba o adsız
sansız Allah dostlarından biridir. Asıl adı, Muhammed Mimi Efendidir. 
Bergamalıdır. 1592 yılında
vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü ve mübareği evine
defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke
ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanı’nda, Cibali tütün fabrikasının arkasında,
Haraçzade Camii karşısındadır. 
Exit mobile version